Aşk, yaşlılık, yalnızlık, ölüm
Ülker Şener
3 Ağustos’ta medyaya bir haber düştü. 85 yaşındaki adam önce bir süredir yatalak olan 86 yaşındaki eşini sonra da kendisini öldürdü. Ülkede hep değerli ve büyük gündemler olduğu için kaybolan haberlerden… Bu haber-ölüm üzerine çok şey söylenebilir: Yapamama duygusu, çaresizlik, yaşlıların yalnızlığı, bakımsızlık. yaşlılık, vefa, aşk… Anlattıkları bir televizyon programına katıldıklarından da bahsedilmiştir (Ömür Desinde, 2018). Yazılanlara göre kimseye ihtiyaç duymamak için ölmeyi seçmişler.
Hikayeyi okurken süreci merak ettim. Lojmanda neler yaşandı, neler konuşuldu, nasıl vedalaştık bilmiyoruz; ama konu ve olaylar tanıdık. “Aşk” (Micheal Haneke, 2012) sinemasının başka bir coğrafyada yaşaması ve ortaya çıkması gerekiyor. “Amour” ölüme giden süreci görür ve gösterir. İzlerken ilk düşüncem “Bu sadece bir aşk filmi mi, neden böyle tanımlanmış, neden ilk kelime aşkmış?” oldu. Sonra da adından dolayı tabii ki yaratıcısı ona bu ismi verdiği için, şu gözle bakın ve değerlendirin diyor. Tüm adlandırmalarda olduğu gibi sinemanın adı da yorumumuzu sonlandırıyor.
“Aşk” yaşlılığa, yaşlanmanın ne olduğuna, fiziksel bağımlılığa, muhtaçlığa, acı-aşk’a, ölüm-öldürmeye; elbette kişinin kendini başkalarıyla ilgili olarak gördüğünü ve konumladığını unutmadan. Diğer Haneke sinemalarına göre daha az soğuk ve daha az sarsıcı diyebiliriz. “Yedinci Kıta”da katılık/soğukluk, bireyin “yetiştirme”si olan “Beyaz Bant”ta otoriterlik yoktur. Ancak “Aşk”ta kişiler arasındaki mesafe açıkça hissedilir; orada, sinemanın geçtiği lojmanda bize bir baş karakter olarak bakıyor, oynuyor. Karakterler birlikte vakit geçiriyor, kitap okuyor, konuşuyor, sık sık şükrediyor. Ama hakikati bize akıtan, izleyiciyi kavrayan bir aşk-sevgi biçimi mi? Duygu, göstermeye çok az ihtiyaç duyarak, kendi içinde, orada kalır.
Her sinemanın düğümleri vardır, anlatmak istediğini özetler ve ifade eder. Hastalığın ilk başladığı ve fark edildiği sahne öyle bir an ki: Adam sofraya oturmuş kahvaltı ediyor, hanım haşlanmış yumurtayı bırakıyor, kendisi almıyormuş, adama yapılmışmış. Sonra adam tuzluluğu alır ve tuzun bittiğini söyler, bekler. Hanımdan cevap gelmeyince kalkıp kendisi alıyor. Hanım kendine geldiğinde ilk cümleleri “Ne oldu, deli misin? Şaka mı yapıyorsun?” oldu. Bu mümkün. Olması gerektiği gibi olmayan hanımefendiyi akla çağırır. Aklıma başka bir şey gelmiyor. Akılla hareket eden, kendi kendine yeten ve kendi kendine yetmesi gereken bu beklenen bireylerin; Bu, bir başkasına bağımlı olmayı ve onun yardımına ihtiyaç duymayı önemsiz ve hoşgörülü gören bir bireydir. Her şeyin mantıklı bir açıklaması vardır ve başına gelenler, örneğin felç geçirme, “sıkıntı” olarak görülmemeli, hatta ağıt yakılmamalıdır. Bu nedenle sinemada kaygı yanılmaz, ağıt yakılmaz, keder bu şekilde dile getirilmez. Kızlarının ağlaması endişenin tek belirtisidir. Eve gelen kızının annesini görmesini istemiyor, “hem kendisi hem de benim için üzücü ve aşağılayıcı bir durum” diyor. Güçlü olanın da, güçlü olması gerekenin de sözleri hep ağızlarından çıkıyor… “Bakan” ama bunu kabullenmekte zorlanan, “kime bakılan”, kim istemiyor, kim istiyor. bir an önce bitsin, ölümü çağıran… Sonunda dayanamaz ve acı çekeni, “acıyor” diye inleyeni öldürür. Sevilenin ıstırabına son vermek mi, muhtaç olmanın yükünden kurtulmak mı, yavaş yavaş gelen ölüme tahammülsüzlük mü, yoksa yorgunluk mu? Merhum için yapılanları, yapılması gerekenleri yapmakta hiç zorlanmaz. Giyinir, dışarı çıkar ve çiçek alır, yatağı süsler. Güvercini battaniyeyle yakalayıp battaniyenin altına bayıldığı an… Pencereyi kapatarak gitmesine izin vermiyor, fiyat bir süreliğine. Battaniyenin altında kanat çırpan güvercini sever, karısı ölürken onun çırpınışını hisseder.
Filmi izlerken faşizmi, Nazi ideolojisini düşünmeden edemiyorum. Muhtemelen çok yorum yapacaksınız ama yine aklıma geldi. Faşizmlerin ortak yönleri olsa da Nazizm farklıdır. Güçlü insan vurgusu, Nazi ideolojisinin temelidir. Güçlü olan hayatta kalacak, saf bir güçlüler toplumu yaratılacak, güçsüzler ayıklanacak. Farklı isimler ve ideolojiler altında konuşulsa da; Gücü, güçlüyü vurgulayan tüm telaffuzlar gerçek bir elitizm ve tahakküm yönüne sahiptir. Bazen bir insanı kutsamak, neler yapabileceğini, ne kadar büyük ve inanılmaz olduğunu göstermek için yapılır ama sonuç değişmez. İktidarı kutsayan inançların halk arasında bu kadar çabuk yayılmasının, kendi küllerinden doğmalarının nedeni güya bu. Zayıflık neden bu kadar iğrenç, neden kesinlikle kaçınılması gereken bir şey? “Her şey güçle ilgiliyse, yenilgi kaçınılmazdır. Zayıflığın da bir hükmü olmalıdır.” (1) Zayıflığın kararı yoktur.
Hatta öyle bir ideoloji yaratacaksınız ki, “yenilen”(2), zayıf düşen, diğerine bağımlı olan da yaşamak istemeyecek; Öyle görülmek, bilinmek istemeyecek, yük olmak istemeyecektir. Karşısındakinin gözündeki, bakışındaki “mükemmelliğin” bozulmaması konusunda ısrar edecek, hayranlık duygusunun yerini şefkate bırakmasına izin vermeyecektir. Kimse kendine acıyarak bakmasın, kimse ona bakıp da acımasın, her acı acımayla eşittir, öyle görülür. “Sana ne oldu?” “Sağ tarafım felçli, o kadar. Ben yaşlanınca olur böyle şeyler” sorusuna kahramanımız konuyu kapatır. Akabinde öğrencisinin üzücü ifadesini alınca istikrarı bozulur, bunu kabul edemez, bir an önce ayrılıp göç etmek ister. Kendisine hayran olanın dünyasında anılarında “bozulmamış” kalmak, kendisi nasıl anılmak istiyorsa öyle anılmak ister. Güçsüzlüğe ve onların ilişkilerine dayanamayan bireyler hakkında “Amour” da bu duygu var. Elbette içinde aşk var ama bu aşk da öyle. Güçlünün aşkı. Hegel(3), gerçek aşkın ancak eşitler (benzer güce sahip olanlar) arasında yaşanacağını söyler. Bu belirlemeyi ilk yapanın Hegel olup olmadığından emin değilim, içimde antik Yunan filozoflarının yaptığına dair bir his var. Ama bugünlerde çok fazla talep gördüğünüzü biliyorum. Bir taraf diğerine bağımlıysa, “zayıf”sa aşktan söz edilebilir mi? Muhtemelen bu yüzden “Amour” bir aşk sinemasıdır: Aşkın ölüm yoluyla korunması. Ya da sonlarını ve aralıklarını koruyan, sonu ve ortadaki boşluğu kaldırmadan uzun yıllar birlikte yaşamlarını sürdürebilen, kalabilen ve kırılmayan bireylerin birliği olduğu için…
Başka nedenler düşünmeden edemiyorum. Bakımevine göndermek yerine ihtiyaç sahiplerine sahip çıktığı için mi aşk sineması? Bu konuda eşine verdiği sözü tuttuğu için mi? Merhamet için mi, emeğine gerektiği gibi bakılması için mi? Muhtemelen, onu bir aşk sineması yapan da bu “fedakarlık” ın kendisidir. Çevrenizdeki tepki size bunu söylüyor. Hem komşular hem de ev işlerine yardım eden çalışanlar, kızı, kızının kocası ona hayranlıkla bakıyor ve bunu kelimelere döküyor. Nadiren yapılan, muhtemelen artık yapılamayan bir işi yapıyor. Muhtemelen ilişkilerini erkekle bağlantılı olarak yargılarlar ve erkeğin bakışı, yaptıkları şeyin mihenk taşı olarak görülür. Güzel, tüm bunlara vefa demek mümkün olduğu gibi, çok fazla isim vermek de mümkün.
Aklıma şu soru geliyor, bakan kadın, bakılan erkek olsaydı sonuç değişir miydi? Cinayet gerçekleşecek miydi? Yoksa ölümün kendisi gelene kadar mı beklenecekti? Ölüm ile erkeklik arasında bir ilişki olmalı…
Yazıdaki çift “Amour” filmini izledi mi bilmiyorum. Duygularını nasıl ifade ettikleri. Ama bildiğim şey, herkesin kaldırabileceği bir yük olduğu, gücünün tükendiği bir nokta olduğu, yaşlılıkta, ölüm yaklaştığında daha çok ortaya çıkan sınırlamalar olduğu. Bireylerin ölme arzusunun gerçekleşmesi konusunda söylenecek bir şey olmasa da, her intihar geride kalanlar için bir şeyler söyler; bazen yakınlarına, bazen hizmet edenlere, bazen hiç tanımadıkları insanlara; ama anlatır. “Büyük sorunlar-gündemler” içinde ivedilikle unutulan, hatırlanması istenmeyen şeyleri fısıldıyor.
bir.Aslı Biçen, Muayene Edildiği Yerden (2008), Metis Yayınları
2.Diyelim ki önde gelen Naziler yenilgiye uğradı ve intihar etti.
3.Erken Teolojik Yazılar, https://hegel.net/hegelwerke/Hegel1948-OnChristianity-EarlyTheologicalWritings.pdf